HANİ SORUYORSUNUZ YA, BUGÜNLERE NASIL GELİNDİ?

GÜZEL BİR YAZI. HANİ

GÜZEL BİR YAZI.

HANİ SORUYORSUNUZ YA, BUGÜNLERE NASIL GELİNDİ?

TARİHÇİ YAZAR, RAHMETLİ YAVUZ BÜLENT BAKİLER’İN KALEMİNDEN.

“AHH, AHH.. NE ÇEKTİK O GÜNLERDE!..

Hocanın elini öpüp İstanbul’dan ayrıldım. Ben Kastamonu’ya döndükten bir süre sonra tekkeler ve türbeler kapatıldı.

Esad Efendinin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur’an kursları yasaklandı.

1928 yılında Harf inkılabı ilan edilince biz Kastamonu’da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık..

Vali tellal bağırttırdı:

“Ey ahali; bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup yazmayacak!

Arap alfabesi yasaklanmıştır.

Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilayete teslim etsin…

Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır!

Duyduk duymadık demeyin haaa!”

Halk korku içindeydi…

Bazı kimseler, evlerindeki eski Türkçe kitapları, bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler, o kitapların değerine bakmadan götürüp sulara attılar.

Bazı kimseler de getirip vilayetteki yetkililere teslim ettiler.

(Moğol baskınları ile yakıp yıkılan nice değerli kütüphanelerimizin hikayesi ciğerlerimizi dağlarken o günün şartlarındaki uygulamaya ne demeli?!)

Gözlerimle gördüğüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum:

Hacı Kadı Camiinin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı…

O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu.

Bir gün o eserlerin hepsini, belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar. Ki Dersaadetten gelen padişah fermanları, gümüş çerçeveliydi…

Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki, oradaki vazifelilerden hiçbiri cesaret edip de o gümüş çerçeveleri olsun alamadı ve Kastamonu sanki yunan işgaline uğramıştı?

Artık, Kur’an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu.

Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk:

Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk.

Adamın elleri kelepçeli olurdu… Bazen de bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı.

Koltuğunun altında suç unsuru olan bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu…

İmamın yanında da 8-10 yaşlarında üç beş çocuk yürürdü…

Adamın suçu ise “Çocuklara Kur’an okumayı öğretmekti…”

Bu kitap yakma işinden sonra sıra vakıf eseri olan camilerimizin satışına geldi.

Diyeceksiniz ki “vakıf eseri hiç satılır mı? Vakfeden kişilerin maksatları dışında kullanılır mı?”

Devir başka devir beyefendi; memlekette muhalefet yok!???

Muhaliflerin kafaları koparılıyor! Muhalifler zindanlara atılıyor! Padişahlık kaldırılmış ama herkes bir padişah gibi!

Kastamonu’da yaşadığım dehşet verici ikinci hadise vakıf eseri olan camilerimizin satılması oldu .

1930’lu yıllarda şehrin içinde 42 veya 44 camimiz vardı.

Devrin valisi, bu camilerden 33’ünü satışa çıkardı. Satışı istenen camiler arasında, bizim Yılanlı Camimiz de vardı. Onu, belki üç yüz sene önce, benim dedelerim hayır için yaptırmışlar ve halkın ibadetine cami olarak vakfetmişlerdi.

Şimdi o yetkili geliyor, sanki Yılanlı Camii kendi babasının tapulu malıymış gibi, onu satışa çıkarıyordu, iyi mi?

Biz kendi camimizi devletten, o zamanın parasıyla beş bin liraya yeniden satın aldık ama onun cami özelliğini katiyen bozmadık. Onu yine cami olarak halkın ibadetine açık tuttuk.

Satılan otuz üç camiden, bu gün sadece üç tanesi ayaktadır: Biri bizim Yılanlı Camimizdir. Diğer ikisiyse: Karanlık Camiyle, Keskin Efendi Camii!

Diyeceksiniz ki öteki camiler ne oldu? Onlar, yeni sahipleri tarafından yıkıldılar. Yerlerine ya ev yapıldı ya dükkân ya bahçe!

Şimdi burada belirteceğim önemli bir husus var:

Ben, ömrüm boyunca, çeşitli tecellilere şahit oldum. Vakıf eseri o otuz camiyi devletten satın alarak yıktıranların hepsi de perişan oldular.

Vallahi billahi onlardan kimisi iflas etti. Kimisi, amansız hastalıkların pençesinde inleye inleye öldü. Kimisi zürriyetsiz kaldı. Zamanla dilenenleri bile gördüm. Kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği, ağız tadıyla yiyemedi.

O 1930’lu yıllardı, halk, korkusundan Cuma namazlarına bile gelemiyordu.

Hazin hatıralarımdan biri de şudur: Ben, bizim Yılanlı Camimizde müezzinlik yapıyordum.

Camimizin bir de imamı vardı. Vakit namazların genellikle ikimiz kılardık. Ama Cuma namazı için en az üç kişi olmak lazım!

Cuma vakti girince kalkıp ezan okuyordum.

Görüyordum ki üçüncü kişi yok. Kapının önüne çıkıp gelene gidene yalvarıyordum. “Yahu biriniz Allah rızası için gelin de cemaat olup Cuma namazını kılalım!” diyordum.

Halk ürküyor, omuz silkip geçiyordu.

Kastamonu bir gâvur işgaline uğramış olsaydı, halk bu zulme karşı direnirdi. Ama kendi yöneticilerinin zulmü önünde kan kusuyor, “kızılcık şerbeti içtim!” diyordu.

El yazması eserlerimiz, kitaplarımız yakıldıktan, camilerimiz satıldıktan sonra sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara geldi.

Size hangisini anlatsam beyefendi? Musa Fakih veya Zihnizâde Camiinin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı.

Bütün Kastamonu, o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı bir gün, Zihnizade Camiinden alıp valinin makam odasına serdiler.

İtiraz etmek kimin haddine düşmüş.

Halı, bir süre valinin ayakları altında kaldı. Sonra bir gün nasıl olduysa o nadide halı, vilayet konağından, hem de valinin makam odasından çalınıp gitti.

70-80 metrekare büyüklüğünde bir halıyı tek başına kim dürebilir, tek başına kim omuzlayabilir ve sonra hiç kimseye görünmeden vilayet konağından kim sıvışıp gidebilir?

Hiç kimse, o halının, bir gece yarısı, nasıl kanatlanıp uçtuğunu öğrenemedi!

Hiç kimse, o modern hırsızlık üzerine yürümek cesareti gösteremedi.

Kastamonu halkı “Bizim o antika halımız ne oldu?” diyemedi.

Zamanın Kastamonu valisi de o müthiş hırsızlık üzerinde hiç durmadı.

Sanki odasından, eski, günü geçmiş bir gazete parçası alınıp götürülmüş gibi bir tavır takındı.

Polisler, eskici pazarlarında bir-iki dükkâna şöyle bir girip çıktılar, sonra onlar da işin peşini bıraktılar. Halının nerede, kimin evinde dürülü kaldığını çok iyi bildikleri halde oralara yanaşamadılar. Hatta çalınan halının çok yakınlarında nöbet tuttular. Hırsızlığa göz yumdular.

Ah biz ne günler yaşadık beyefendi!

Rabbim, milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!”

(Yavuz Bülent BAKİLER)

(ALINTIDIR)