Gözüne Nur, Dizine Fer İnsin

Ne vakit o eski

Ne vakit o eski kapının önünde evcilik kuruversek, içeriden gelen o ahenkli sese hayran kalırdık.

Kulaklarımızın pası silinir, o ritmik tezgahda dokunan örtülerin yumuşaklığına sarınıverirdik. Arada bir su sesi, arada bir çatal kaşık sesi, arada bir yükselen Allahuekber nidaları, onun teneffüsde olduğuna işaretti.

Babamın evinde başladığım bu sanatı, gaç yıldır bırakmadım. Sevdalıyımdır bu işe.

Ben onu bıraksam, o beni bırakmaz. Ayaklarım, ellerim dokur, dilim o sesle Allah der. Zihnim işler, yüreğim işler, azalarım işler…” derdi, yorgunluğundan gocunmadan.

Eskimiş dokumalarından da bebeklerimize yorgan, yastık dikerdi. Emrah baba yokuşundan, Leylekli köprüsüne inen hayat arkadaşını selametle uğurlar, huzurla karşılardı.

“ Güle güle var git, yol meleklerin yoldaşın, Hızır Aleyhisselam sırdaşın olsun. Yaptığın gaşıklarla yinen yimekler, galplere şifa olsun!..” duasına, karşılık dua eden Hıfzı emmi de; “Gözüne nur, dizine fer insin. Yüce Yaradan, dokuduğun örtülere bürünenlere, bu fani dünyayı cennet eylesin!” derdi.

Çakısıyla oyduğu tahtaları, büyükten küçüğe sıralardı küçük dükkanında.

Kumloğun Hamdi emmiden aldığı simidin yarısını gazeteye sarar, Elmas’ına getirmeyi ihmal etmezdi. Çok kazanmak, kazandıkca kilimi, perdeyi, kanepeyi değiştirmek değildi gayeleri. Bir lokma, bir hırka, gerisi sadaka.

Karşılıksız veren Rabbin VAHHAB esmasını taşıyorlardı adeta. Hıfzı emminin sanatçı ellerinden çıkan tahta kaşığın ,olmadığı hane yok gibiydi. Gelin olacak kızların çeyizinde yer alırdı mutlaka.

Dokuma döşemeler yine hakeza.

Yakın beldelere pazara da giden Hıfzı emminin, birgün sepetsiz eve geldiğini görmüştük.

“ Hepsini sattığımı düşündünüz lakin ben hepsini çaldırdım be çocuklar!” demişti.

“ İyi de Hıfzı emmi ,hiç çaldırmışa benzemezsin.

Yüzün güler, gözlerin parlar, omuzların çökmemiş ,anlayamadık elbet”

dediğimizde,

“ Kazansam da Elhamdülillah, kaybetsem de Elhamdilillah Elhamdülillah alâ külli hâl…her halimiz için Allaha hamdolsun …” demişti.

Bilirdi ki malı da ,canı da emanet. Hırsıza sitemliydi biraz, parasından çok zamanını çaldığı için.

Komşu kadınlar söyleniyordu kendi aralarında; “ Maşşallah anam şu Elmas’a.

Adama heç gızmaduğu gibi çaldıdun diye, daha bi hoş garşuladu. Valla biz olaydık, onu aha şu Leylekli köprüsünden aşağı yuvarlarduk,

Gözün bebeliş mi oynuyodu?, uuyomuydun günüz vaktı ne yapıyodun da goca bi sepet şimşir gaşıkları çaldıdun be adam? diye çıkışırdık valla!

Zaten bizim adamlar burnundan solurdu, moralmen çökerlerdi!..

Bunlar var ya, tencere yuvulanmış gapağını bulmuş sanki de!.. “

O günden sonra ‘Gaşıkcunun elmas da elmasmış hani ‘övgüleri dilden dile dolanıvermişti. ….Bugün gezerken pazar yerini, rahmetli Hıfzı emminin tahta kokulu dükkanına girmek istedim. İstanbullardan emekli olmuş, gelmiş oturmuş oğlu Hüdai.

Olduğundan fazla istedi kaşık için. Alan kadın, köyden geldiğini, biraz ikram yapmazsa yol parasının kalmayacağını izah etse de anlamadı Hüdai Ve kadın alamadan gitti.

Hıfzı emmi olsa o kaşıklardan bi değil birkaç tane koyardı çantasına.  Ve derdi; “ Pişidüğün taamın şifa olsun hemşerim. Hediyemdir, para geçmez!..”

Gaşukcu Elmas’ı da aynı şekilde uğurlardı köylü kadını.

Ya evladı? Rahmetli teyzemin bir lafı vardı; “Evladı doğuruyon da gönlünü doğuramıyon guzum!..”

Gönlü, yüreği merhametle yıkanmış evlat bırakmanın dualarıyla!..

 

Zeynep Boynudelik